Onur Sayın

Üç Belge, Tek Tehdit: Wilson, Sevr ve Montevideo'nun Türkiye'ye Etkisi

Onur Sayın

Geçtiğimiz yüzyılın ilk zamanları, imparatorlukların çözüldüğü, ulus-devletlerin doğduğu ve milletlerin kendi kaderini tayin etme hakkının uluslararası sistemin temel ilkelerinden biri haline geldiği bir dönemdi. Bu dönüşüm sürecinde hazırlanan ve ilk bakışta evrensel değerlere hizmet ettiği izlenimi veren belgeler, anlaşmalar, sözleşmeler  - Wilson Prensipleri, Sevr Antlaşması ve Montevideo Konvansiyonu - Türkiye'nin siyasal bütünlüğü açısından bakıldığında her zaman tehditkâr bir anlam taşımaktadır.

1. Wilson Prensipleri: İdealizmin Jeopolitik Tuzakları

1918’de ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından ilan edilen 14 İlke, savaş sonrası yeni dünya düzenine dair haliyle kendi çıkarlarını önceleyen bir vizyon ortaya koyuyordu. Eşyanın tabiatı gereği ABD’nin bunu kendi hesabına rakiplerinin daha fazla büyümesini engellemek ve yeni düzendeki siyasi aktörler arasındaki denklemde yer elde etmek için yapması gayet doğaldır. Buradaki riyakarlık bunu demokrasi, eşitlik, insan hakları vb. soslar ile sunmasıydı. Örneğin 12. madde, Osmanlı topraklarında yaşayan halklara “özerklik” ve “gelişme imkanı” vaat ediyordu. “Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı” (self-determinasyon) bu ilkeyle birlikte küresel manada tartışılarak mağlup İttifak grubu ile aslında kazansa da pirus zaferi yaşayan İtilaf kuvvetleri tarafından bir norm haline geldi. Ancak bu hak, bir imparatorluk olarak Osmanlı’nın çok-etnikli yapısı içinde yalnızca gayrimüslim ve etnik azınlıklar için yorumlandı. Bu durum aslında şartları eşitmiş gibi görünen ve aslında hukuken öyle gözüken her antlaşma için geçerlidir. Taraflardan sert ve/veya yumuşak güç olarak siyaseten hangisi güçlüyse ‘eşit’ anlaşma şartları fiilen onun lehinde işler. Bu yüzdendir ki, Türklerin bu hakka ne ölçüde sahip olduğu ise tartışmaya bile açılmayacaktı. Wilson ilkeleri, görünürde barışı ve eşitliği savunsa da, Anadolu'daki azınlıkları siyasal özneye dönüştüren bir söylem yaratmış ve Türkiye’nin parçalanmasını meşrulaştıran argümanların ne ilki ne sonuncusu olarak kabul edilebilecekse de bu yazı kapsamında temelini atmıştır denilebilir.

2. Sevr Antlaşması: Hukuk Kisvesinde Tasfiye Planı

10 Ağustos 1920’de Tanzimat budalası Damat Ferit başkanlığındaki hükümet tarafından imza edilen Sevr Antlaşması, Wilson ilkelerinin “pratiğe dökülmüş” hâli olarak okunması gerekir. Anadolu’nun doğusunda bir Ermeni devleti, güneydoğusunda ise Kürt özerk bölgesi öngören Sevr, İstanbul ve çevresini fiilen bir uluslararası bölgeye dönüştürüyor, Boğazlar üzerindeki Türk hakimiyetini ortadan kaldırıyordu.


Antlaşmada “halk oylaması” yoluyla ayrılmanın önünü açan mekanizmalar mevcuttu. Örneğin sözde Kürdistan meselesi, bölge halkına sunulacak bir referanduma bağlanmıştı. Bugün anayasa tartışmalarında yer bulan ana dilde eğitim, kültürel hakların anayasal güvenceye alınması gibi hiçbir ulus devletinde teklif dahi edilemeyecek talepler, Sevr’de Türkiye’yi kafakola alarak kabul ettirilmek istenmekteydi.

3. Montevideo Konvansiyonu: Ayrılıkçı Hukukun Altın Standardı

Kendini ilgilendirmeyen meselelerde adeta Kızılderililer yurtlarına saldıran Cheroke Bill gibi akın eden ABD, yine duramamış ve 1933’te imzalanan Montevideo Konvansiyonu ise, bir topluluğun “devlet” sayılabilmesi için dört temel element belirlemişti: sabit nüfus, belirli bir toprak, egemen bir hükümet ve diğer devletlerle ilişki kurma kapasitesi. Görünürde çok teknik bir durumu açıklarmış gibi duram bu tanım, ayrılıkçı gruplar tarafından uluslararası meşruiyet kazanmak için kullanılabilecek bir reçeteye dönüştü.
Bugün de bazı radikal yapılar, Montevideo kriterlerini karşılayabildiklerini iddia ederek bağımsızlık taleplerini meşrulaştırma gayreti içindedir. Türkiye’nin güneydoğusunda etnik temelli bazı hareketlerin bu kriterleri referans alması, konvansiyonun dolaylı ancak ciddi bir tehdit potansiyeli taşıdığını göstermektedir.

Evrensel İlkeler, Yerel Krizler

Wilson Prensipleri, Sevr Antlaşması ve Montevideo Konvansiyonu; uluslararası hukukun farklı bağlamlarında şekillenmiş olsa da, Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden ortak bir zemin inşa etmişlerdir. Self-determinasyon ilkesi, ilk bakışta özgürlükçü bir vizyon sunsa da, çok etnikli ve kültürlü yapılar için bu prensip sıklıkla parçalanmanın hukuki gerekçesi haline gelmektedir.
Türkiye’de ısıtılıp ısıtılıp yeniden gündeme sunulan Lozan antlaşması ve onunla bu bağlamda paralel olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi; anayasa değişiklikleri, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ya da kültürel hakların genişletilmesi gibi “asıl dile getirilmek istenilenin etrafından dolaşılan öneriler” geçmişin bu metinlerinden bağımsız değerlendirilemez.

Yazarın Diğer Yazıları