Yıllar evvel, 1970'li senelerdeyiz. Ben o zaman Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel'in şimdiki adıyla iletişim danışmanlığını yapıyorum. Benim iletişim danışmanlığım hem Süleyman Bey'e hem Turgut Bey'e uzun süreli olan bir danışmanlıktı ve bir özelliğim vardı: Yapılması gereken de zaten oydu. Dünyanın bütün büyük ülkelerinde benim pozisyonumdaki danışmanlık hizmetleri yapan kişileri özellikleri kendilerini ortaya koymazlardı; Televizyonlara çıkmazlar, gazetelerde beyannat vermezlerdi. Sadece ve sadece başkanın arkasında dururlar, onun yazılarını hazırlarlar; onu veya onun söylediği siyasi kişileri medyaya empoze ederler. Bizim halkla ilişkiler dediğimiz bütün dünyanın da 'Public Relations' dediği hizmetleri yaparlardı, yapardık kendimiz ortada gözükmeden. Dünyanın hiçbir ülkesinde 'iletişim danışmanı' denilen kişi ortada gözükmez! Böyle bir örnek yoktur. Onun işi, perdenin arkasında hizmet ettiği lidere bütün yapabileceği, bütün bildiği çalışmaları sunmak; istihbaratı takip etmek ve onun başarılı olması için elinden gelen her türlü gayreti göstermekti.

Süleyman Bey'e hizmet ettiğimiz o dönemlerde seçim yaklaşmıştı. O tarihte televizyon yok, öyle sokaklara çıkıp bağırıp çağıracak imkan da yoktu. Küçük boy kasetler vardı, onları da ancak evlere dağıtabiliyorsunuz. Gazete ilanları ve ebatı çok büyük olmayan afiş yapabiliyorsunuz. Baskı imkanları o zamanki Türkiye'de öyleydi. İnanılmaz bir sağ-sol kavgası vardı. Bizim afişçiler, duvarları tespit edip akşamları çıkıyorlar. Arkasından solcular gelip o çocukları ya yaralıyor ya da öldürüyorlardı. Aynı şekilde sağ kitle de bunu yapıyor mu? Hayır. Çünkü iktidara arzulu olan sol kitle, Adalet Partisi gibi, Süleyman Bey gibi ve benim gibi başarılı değil.

Bir gün Süleyman Bey bana, "Kalk git Alparslan Türkeş'e onun özellikle halkla ilişkiler ve faaliyetleri için daha başarılı gözükmesi için ne lazımsa yap" dedi. Kılık, kıyafet, konuşmalar ve görüntüler dahil. "Hepsini başarıyla uygulayacaksın" dedi. "Emredersiniz" dedim ve gittim. O tarihte TRT var ve yayına başlamış. Ben hayatımda ilk kez o tarihte Sayın Başbuğu, Sayın Türkeş'i, Sayın albayımı görüyorum. Yanında Türkiye'de bakanlıklar yapmış önemli mevkilere gelmiş ve o tarihte çok genç kardeşlerimiz onun korumasında bulunuyolar. Ayakta dört tane yakışıklı arkadaş, Sayın Türkeş oturuyor ben de karşısındayım. Bana, "Ben konuşmalarımda güldüğüm zaman nasıl gözüküyorum?" diye sordu. Ben de "Sayın Başbuğ'um maalesef daha korkunç gözüküyorsunuz" dedim. Gülmeye başladı. O esnada arkasında arkadaşlar neredeyse bana hamle yapacaktı, elleriyle işaret edip onları durdurdu. Daha sonra o kadar çok sevdi ki beni, o kadar çok yakın ilişki içinde oldum ki o arkadaşlara ve daha büyük arkadaşlara benim için talimat vermiş: "Eğer Nail Keçili kardeşimin, evladımın başına bir şey gelirse hepinizimi mahvederim" demiş. Bu talimat yıllarca yıllarca sürdü belki de hala sürüyor, bilmiyorum...

Biz Sayın Türkeş ile çalışmaya başladık. Son derece uyumlu bir büyüktü, devlet büyüğüydü. Yapabildiğimiz onun başarı göstereceği işler için büyük destek sağladık. Değinmek istediğim şu: Süleyman Demirel gibi bir lider, ayrı partiden hatta onunla rekabet içinde olan bir başka partinin liderine destek sağlıyor. Aynı şekilde de Sayın Türkeş, biz Adalet Partisi adına afişleri asarken, kasetleri dağıtırken o da kendi gençlik takımıyla bize destek sağlayıp adamlarımızın vurulmasına ve kötü muamele görmesine engel oluyor. Yani böyle bir Türkiye'de yetiştik biz. Daha sonra Süleyman Bey'le çalışmalarım onun gitmesi ve gelmesi gibi enterasan statü içerisinde oldu. O, siyaseti mecburen bıraktığı zaman bize "Ben de şimdi hayır yok. Gidin yolunuza bakın, ben olduğu zaman sizi çağırırım" derdi. Nitekim bir gün geldi Özal o tarihte iktidara geldi ve beni çağırdı "Bizimle çalışacaksın Nail" dedi. "Emredersiniz efendim mutlaka Süleyman Bey'den izin almam lazım" dedim ve gittim. O zaman Süleyman Bey, 12 Eylül Darbesi sonrası bir nevi bir yerde tutulmaktaydı. Gittim ve kendisine durumu anlattım "Efendim, Özal beni çağırdı" dedim. "Git, Özal'a hizmet et. Özal iyi çocuktur ve inşallah başarılı olur; Biz de buralardan kurtuluruz. İleriki zamanlarda ben sana ne zaman ihtiyacım olursa seni çağırırım" dedi.

Biz Sayın Özal ile çalışmaya başladık. Özal ile çalışmamız 15 yıl sürdü. 15 sene sonra Özal, Cumhurbaşkanlığı'na yürüdükten sonra Süleyman Demirel de Başbakan oldu ve beni çağırdı. Bu sefer de gittim Özal'dan müsade istedim. Özal, bana "Git oğlum çalış. Ben artık Cumhurbaşkanıyım benim burada siyasi kampanyaya girecek halim yok. Sen git, Süleyman Bey'e hizmet et. O bizim hepimizin ağabeyidir" dedi. Tam Çankaya'da Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün kapısından çıkarken Özal, "Dur bir dakika ben sana bu izni yazılı da vereyim çünkü maalesef partinin başında Mesut var. Ben gelmesini hiç arzu etmedim ama bir şekilde geldi. Mesut, yarın öbür gün senin arkandan bir pislik atar o zaman yazılı izni suratına gösterirsin" dedi. Biz Süleyman Bey ile çalışmaya devam ettik. Güzel ve başarılı işler yaptıktan sonra da malum Türkiye'de seçimler karmaşası başladı. Süleyman Bey Başbakanlığı Tansu Hanım'a bıraktı. Tansu Hanım'a da hizmet verdik. O arada Erbakan vardı. Mesut gitti falan...

Neredeyse hayatımızı sona erdirecek kadar büyük bir kötülük içinde Aydın Doğan, Mesut Yılmaz ve ismini söylemek bile istemediğim, o kadar nefret ettiğim, 40 yıllık bir arkadaşım, gazete patronu beni yok etmek istediler. Neden biliyor musunuz? Çünkü çok başarılıymışım. Yarın öbür gün büyük bir medya patronu olma ihtimalim varmış! Dolayısıyla, Aydın Doğan poposundan korktuğu için Mesut'u benim üzerime saldı ve tarifi mümkün olmayacak kadar iğrençlikler yaşadıktan sonra, Hamdolsun Rabbime, beraatler neticesinde hayatıma şu anda devam etmekteyim. Böyle aklımın içinde birikmiş küçük nüansları da siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Sevgiler...